Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çatışmaların başladığı gün Twitter hesabından yazdıkları.

30 yıldır dondurulan çok eski bir anlaşmazlık

Türk halkı kendini« bozkırların kurdunun çocukları », yani Cengiz Han’ın göçebe topluluğunun torunları olarak tanımlamaktadır. Bu halk aynı zamanda « bir millet, iki devlet »i, Türkiye ve Azerbaycan’ı oluşturmaktadır. İlkinin siyasi yeniden doğuşu bu nedenle otomatik olarak ikincisinin uluslararası sahneye gelişine yol açmaktadır.

Elbette bu siyasi yeniden doğuş, barbar topluluklarının şiddetinin yeniden canlanması anlamına gelmemektedir, ancak bu geçmiş, bir asırdır Türk halkını normalleştirmeye çalışan birçok politikacının çabalarına karşın, yine de zihniyetleri şekillendirmiştir.

Osmanlı döneminin son yıllarında, Sultan II. Abdülhamit, ülkeyi kendi Müslüman inancı anlayışı etrafında birleştirmek istedi. Bu nedenle yüz binlerce gayrimüslimin fiziki olarak ortadan kaldırılmasını emretti. Bu süreç, burada edindikleri deneyimi daha sonra ırkçı Nazi ideolojisinin hizmetine sunacak olan Alman subayları denetiminde yürütüldü. Osmanlının arileştirme politikası daha sonra cumhuriyetin ilk yıllarında Jön Türkler tarafından, özellikle de Ortodoks Ermenilere karşı [1] daha büyük ölçekte sürdürüldü.

Cinayet bir bağımlılık olup, Türk ordularının davranışlarında ara sıra yeniden ortaya çıkmaktadır. Böylece bunlar, Mart 2014’te, Ermeni nüfusunu katletmek üzere, El-Nusra Cephesi (El Kaide) ve İslam Ordusu’ndan (Suudi yanlısı) yüzlerce cihatçıya Keseb (Suriye) kentine kadar eşlik ettiler. Bu harekata katılan cihatçılar şimdi Karabağ’daki diğer Ermenileri öldürmek üzere gönderilmiştir.

Bu katliamlar Azerbaycan’da kısa süren Demokratik Cumhuriyet (1918-20) ve Sovyet döneminde (1920-90) sona ermiş, ancak 1988’de Moskova’daki iktidarın çökmesiyle birlikte yeniden başlamıştır.

Özellikle Sovyet döneminde, Jozef Stalin’in milliyetler politikasına uygun olarak, bir Sosyalist Cumhuriyet oluşturmak üzere Azerbaycan ile bir Ermeni bölgesi birleştirildi. Dolayısıyla SSCB dağıldığında uluslararası toplum Karabağ’ı Ermeni olarak değil, Azeri olarak tanıdı. Moldova’da Transdinyester, Ukrayna’da Kırım, Gürcistan’da Güney Osetya ve Abhazya ile aceleyle aynı yanılgıya düşüldü. Bunun ardından, Dağlık Karabağ da dahil olmak üzere kısa süre içerisinde bir dizi savaş yaşandı. Bunlar, Filistin’de olduğu gibi, uluslararası hukukun çatışmaların başlangıcındaki bir yanlış değerlendirmesinden gelişen, zamanla düzeltilemeyen ve içinden çıkılmaz vakalarla sonuçlanan durumlardır.

Batılılar, topyekun bir yangını önlemek üzere duruma müdahale etti. Ancak, Transdinyester örneği, daha iyi sıçramak için geri çekilmek gerektiği gerçeğini doğrulamaktadır: bu nedenle ABD, yeni oluşmakta olan Pridnestrovya’yı yok etmek üzere Romanya ordusundan yardım istedi [2].

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT, o dönemlerde AGİK), bir çözüm bulmak üzere Amerika Birleşik Devletleri, Fransa ve Rusya’nın eş başkanlık ettiği « Minsk Grubu»nu oluşturdu, ama bu oluşum hiçbir zaman hedefine ulaşamadı. Rusya eski ortakları arasında seçim yapmak istemiyor, Fransa önemli ülke rolünü oynamak istiyordu ve Amerika Birleşik Devletleri Rusya sınırında bir çatışma bölgesinin varlığını sürdürmesini istiyordu. SSCB’nin dağılması sırasında ortaya çıkan diğer çatışmalar, 2008’de Güney Osetya’nın Gürcistan’ın saldırısına uğraması veya 2014’te Rusları Kırım’dan sürmeyi hedefleyen EuroMaïdan darbesi gibi Washington ve Londra tarafından kasıtlı olarak körüklendi.

Azerbaycan ve Türkiye’nin Artsakh Cumhuriyeti’ne (Karabağ) yönelik saldırısı, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in 24 Eylül’de BM genel kurulunda yaptığı konuşmayla gerekçelendirilmişti [3]. Ana fikri, Minsk Grubu’nun statükoyu kabul edilemez olarak nitelendirmesiydi, ancak « açıklamalar yeterli değildi. Harekete geçmek gerekiyordu ». Bundan daha açık sözlü olamazdı.

Ailesinin ideolojisine uygun olarak, ülkesindeki bir darbe girişimi sırasında gerçekleştirilen bir kara operasyon olmasına karşın Hocalı katliamını (1992, 600’den fazla kişinin öldüğü) « terörist Ermenilere » atfederek yaptığı gibi düşmanlarını olabildiğince suçladı. Her halükarda bu ona ASALA’nın (Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu) 70-80 yıllarında gerçekleştirdiği eylemleri dolaylı olarak teşhir etme imkanı verdi. Güvenlik Konseyinin verdiği dört kararın, Karabağ’daki Ermeni nüfusu ile komşu Ermenistan devleti arasındaki eşadlılıktan yararlanarak Ermeni birliklerinin geri çekilmesini emrettiğini vurguluyordu. Bu, Güvenlik Konseyi’nin Azerbaycan’ı Karabağ’da kendi kaderini tayin referandumu yapılması çağrısında bulunduğu gerçeğini görmezden gelmenin bir yolundan ibaretti. Ermenistan’ın yeni Başbakanı Nikol Paşinyan’ı, sanki daha önce olanların üzerini siliyormuş gibi, spekülatör George Soros’un adamlarından biri olmakla suçladı.

Çatışma, ancak sonucu pek de şaşırtıcı olmayacak bir kendi kaderini tayin referandumundan sonra sona erebilecekti. Şimdilik, İsrail gibi saldırgana silah satanlara fayda sağlamaktadır.

JPEG - 29.9 kb
Türk, Azeri ve Pakistan orduları, Ermenilere karşı birlikteliklerini ortaya koyuyor.

Erdoğan için bu savaş fazla mı?

Bu tespitlerimizden sonra, Türk ordusunun zaten Kıbrıs, Irak ve Suriye’de gayrimeşru olarak bulunduğunu, Libya’daki askeri ambargoyu ve artık Azerbaycan’da ateşkesi ihlal ettiğini akılda tutarak, mevcut çatışmayı başka bir açıdan, uluslararası dengeler açısından analiz edelim.

Bakü, kaçınılmaz sonucu daha da erteleyecek şekilde hareket etmektedir. Azerbaycan, bu operasyon alanındaki cihatçıların finansmanını da yöneten Katar’ın desteğini önceden almış durumdadır. Bilgilerimize göre Türkiye tarafından İdlib’ten (Suriye) bölgeye en az 580 kişi nakledilmiştir. Bu savaş masraflıdır ve ABD-İsrail vatandaşı Henry Kravis’in güçlü şirketi KKR’nin Irak, Suriye ve Libya’da olduğu gibi bu savaşa da müdahil olduğu anlaşılıyor. Komünist Afganistan’ın istikrarsızlaştırılması sürecinde olduğu gibi, İsrail silahlarının da Pakistan üzerinden nakledilmiş olması olasıdır. Her halükarda Türkiye’de üç ülkenin bayraklarını yan yana koyan afişler boy göstermektedir.

Daha da şaşırtıcı bir şekilde, Cumhurbaşkanı Aliyev, Belaruslu mevkidaşı Aleksandr Lukaşenko’nun da desteğini aldı. Lukaşenko’nun Kremlin’le uyum içerisinde hareket etmesi olasıdır ki bu da Rusya’nın Ortodoks Ermenistan’a daha belirgin bir destek vermesi anlamına gelebilir (Rusya, Beyaz Rusya ve Ermenistan Avrasya Ekonomik Birliği ve Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü üyesidir).

Garip bir şekilde, Şii İran bu davada tavır almamış görünüyor. Oysa her ne kadar etnik olarak Türk olsalar da Azerbaycanlılar, Safevi İmparatorluğu’na ait oldukları için İran dışında dünyadaki diğer tek Şii halktır. Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, ikinci seçim kampanyası sırasında sunduğu Şii Federasyonu planına bu ülkeyi de dahil etmişti. Bu geri adım, Tahran’ın resmi olarak tarafsız görünen Moskova ile çatışmaya girmek istemediği izlenimini vermektedir. Üstelik Ermenistan, İran’a karşı uygulanan ABD ambargosunun aşılmasında inkar edilemez bir rol oynamaktadır.

Ermenistan tarafında, ABD’deki diaspora, ülkesi NATO üyesi olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı uluslararası bir mahkeme önünde çatışmadan sorumlu tutmak için Kongre’de yoğun bir şekilde lobi yürütmektedir.

Moskova ile Washington arasında zımni bir anlaşma olması durumunda, bu savaş artık Büyük İkili için katlanılamaz olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı diplomatik olarak geri tepebilir. Geçmişte, Kuveyt’i işgal etme iznine sahip olduğunu düşünürken aniden Pentagon’un uşağı konumundan bir numaralı halk düşmanı konumuna düşen Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin gibi, Türkiye cumhurbaşkanı da belki de hata yapmaya sürüklenmiş olabilir.

Çeviri Murat Özdemir